Televizyonlardaki “tartışma” programlarında, gazete haberlerinde, köşe yazılarında, sosyal medyada ve diğer mecralarda mütemadiyen karşılaştığımız sözcüklerden biri “sosyoloji”. Dildeki bu değişim, alan dışından sosyolojiye yönelik ilginin büyüdüğüne bir emare olarak görülebilir. Çünkü konuşmalarında, yazılarında sosyolojiyi sıklıkla kullananların çoğunluğu sosyolog değil. Muhtemelen bu sebeple, sosyoloji sıklıkla yanlış kullanılıyor. Örneğin, toplum demesi gerekirken bir konuşmacı veya yazar, sosyoloji diyor! Sosyoloji olur olmaz her yerde ve neredeyse her şey için kullanıldığına göre, dönemin “moda” kavramlarından biri haline geldiği söylenebilir.
Sosyoloji dışındaki çeşitli uzmanlık alanlarından insanların ağzından düşürmediği sosyoloji bir bilimdir ya da en azından bir disiplindir diyelim. Yani asgari düzeyde olsa da özen gösterilmesi gereken bir uzmanlık ve “profesyonel” bir çalışma alanıdır. Televizyon programlarına katılanların önemli bir bölümü, sosyoloji/sosyolojik dedikleri zaman, konuşmalarının muhtemelen daha etkili olacağına inanıyorlar. Çoğunlukla da herhangi bir temkinde bulunma ihtiyacı duymuyorlar.
Sosyolojinin bu denli sık ve kolayca – temkinde bulunmadan – kullanılmasında yani “popülerleşmesinde” iki ana sebebin bulunduğunu söyleyebiliriz. Birincisi “okuyan-yazan” çevrelerde sosyoloji hâlâ “entelektüelliğin” bir işareti, bir gereği olarak görülüyor. İkincisi ise; sosyolojinin hali hazırda kamuoyu tarafından “bilinen” olguları yeniden kamuoyuna anlattığına inanç duyuluyor. Her iki sebebin sosyolojinin yerli yersiz ve neredeyse her şey için kullanılmasına yol açtığı, tartışmaya mahal vermeyecek kadar aşikâr. Yani hem sosyolojinin entelektüel dünyadaki yerini üst seviyelerde görenler hem de onu herkesin hali hazırda bildiği dünyayı çalışan alan olarak görenler, sosyolojinin kitlelerin diline düşmesinde, popülerleşmesinde temel rolü oynuyorlar.
Bu değişim ilk bakışta olumlu görünebilir. Öyle ya anlaşılmaz bir dili olduğu ve gündelik toplumsal hayatın değişmesinde bir katkısı olmadığı suçlamalarıyla doğuşundan itibaren boğuşan sosyoloji böylece bizzat toplumun diline yerleşiyor, topluma mal ediliyor. Ancak hiçbir bilimsel disiplin gündelik hayata, kamuya bu denli mal ettirmez kendisini! Her ne kadar sosyolojinin laboratuvarından çıkan kavramların – karizma gibi – gündelik hayatın diline yerleşmesi, disiplinin işlevselliği anlamında bir gelişmeye işaret ediyor olsa da, bilimsel bir disiplinin kendine ait terminolojisini koruması da gereklidir. Bir başka ifadeyle, bilimin gündelik hayatın “diline düşmesinin” sınırları vardır. Sınırlar aşıldığında “sıradanlaşma” kaçınılmaz hale gelir.
Sosyolojinin hemen her konuda kullanılması, onu sadece “sıradanlaşma” eğilimine sokmuyor, ama onun dağınık bir çalışma alanı olduğu eleştirisini de doğrulama riskini taşıyor. “Konuşma-yazma şansı” olanların çoğu tarafından neredeyse her şey için kullanılması, sosyolojinin sahte-bilim olduğu şeklindeki bir eleştirinin de zeminini güçlendiriyor. Hem sıradanlaşmasında hem de kendisine yönelik sahte-bilim iddiasının güç kazanmasında onu entelektüelliğin gereği olarak anlayan çevrelerin ve onun kamuoyu tarafından hali hazırda bilinen konuları çalıştığını düşünenlerin rollerinin yanı sıra bizzat disiplinin içinde konumlananlardan bazılarının (muhtemelen çoğunluğunun) oynadığı roller de var.
Bu rolleri de kendi içinde ikiye ayırmak doğru görünüyor. İlki, spordan müziğe, akran gruplarından uyuşturucu kültürüne, etnisiteden yemek kültürüne (liste sınırsız olabilir!) varıncaya değin çok geniş alanda parçalar halinde dağınıklık sergileyen “sosyoloji çalışmaları” bir bolluğu ve çokluğu işaret ediyor. Buradaki bolluk ve çokluk sosyolojiye bir zenginlik sunmaktan ziyade merkezi önemdeki bir probleme yol açıyor! Kuşkusuz Bilimler Ailesi içinde yer alan bütün disiplinler için uzmanlaşma muhakkak işlevseldir ve bu nedenle gereklidir. Ancak uzmanlaşmanın hedefi bir bilimsel disiplinin kendi içinde dağınık parçalara ayrılmasını sağlamak olamaz. Aksine bilimsel bütünlüğü ve “tutarlılığı” güçlendirdiği oranda alt-uzmanlaşma işlevseldir. Örneğin, “benim alanım kimyanın şu alt-uzmanlık alanıdır, dolayısıyla, kimyanın temelleri, esasları beni bağlamaz” diyen bir “kimyacı” herhalde yoktur. Ama “ben şu alt-uzmanlık alanında çalışıyorum, dolayısıyla, sosyolojideki kuramsal-metodolojik tartışmalar benim ilgi alanıma girmez” diyen “sosyologlara” rastlanabiliyor.
Sosyolojinin her konuyu ilgilendirdiği ve bu sebeple her şeyi çalışması gerektiği şeklindeki anlayışın onu dağıttığı, deyim yerindeyse birbirinden bağımsız parçalara ayırdığı vakadır. Bu sebeple merkezini kaybettiğinden, gittikçe bağımsız bir disiplin olmaktan uzaklaştığına ve disiplinlerarası bir alana dönüştüğüne tanıklık ediyoruz. Halbuki bağımsız bilim olmayan ve bu sebeple disiplinlerarası alan diye nitelenen uluslararası ilişkiler veya kamu yönetimi ya da malzeme mühendisliği gibi bir alan değildi(r) sosyoloji. Ancak son zamanlarda diğer disiplinler arasında ve ancak onlarla birlikte görünmeye başladığını söylemek zorundayız. Yitirilen bağımsızlık, kuramdan kendisini önemli ölçüde serbest hale getirmiş “araştırma bolluğundan” kaynaklandığı kadar tarihinde hiç olmadığı ölçüde son dönemde sosyolojiye “kültürelci” bakışın hâkim olmasından da kaynaklanmaktadır.
Demek ki disiplinin içinde konumlananların oynadığı ikinci rol onu bir tür “kültürel çalışmalar” alanına dönüşmeye zorlayan roldür. Burada sözü edilen kültür daha ziyade etnik, dinsel, cinsel, ırksal vb. nitelemelerle ifade edilen kültürdür. Yani burada ifade edilen saha modern toplumun ekonomi ve siyaset sahaları dışındaki sanat, bilim kurumlarını ifade eden kültürel modernlik sahası değildir. Sosyolojik kuramda ve araştırmada dinsel, etnik, ırksal vb. bağlamlarındaki kültür uzun bir dönem ekonomiye, siyasete, bilime, sanata ve teknolojiye ikincildi. 1990’lardan buyana ise ters yönde bir hareketin geliştiği aşikâr. Bu hareket bazen doğrudan bazen dolaylı olarak disiplini belirli ideolojik eğilimler arasındaki uyumsuzluğa zorluyor. Böyle olunca özellikle “akademideki” sosyologlar belirli gruplara, belirli kültürlere, belirli bir kültürelciliğe “duyarlı olmaya” zorlanıyor.
Belirli dinsel ve/veya ırksal ya da cinsel gruplar için ne oranda duyar kastığı sosyoloğun “popülerliğini” belirlemede gittikçe önemli hale geliyor. Giddens’ın epey bir zaman önce yaptığı tespit doğrulanıyor: “Sosyoloji, eşcinsel haklarını savunanlardan kurtuluş teolojisi taraftarlarına kadar kendilerine özgü gündemleri olan çeşitli grupların toplandığı bir hoşnutsuzlar yuvası haline geldi. Sosyoloji parçalanıyor, çünkü tam da onu eleştirenlerin onu hep ait gördükleri ‘sözde bilim’ noktasına yaklaşıyor”.[1]
Sonuç olarak, temeller anlamında kuramın ve metodolojinin sosyolojik araştırmaları yönlendirmesinden ziyade, bu temellerden oldukça serbestlik kazanan alt uzmanlık alanlarında kendilerini konumlayan araştırmalar bolluğu, sosyolojinin ne olduğunu tanımlamaya cüret ediyor. Aynı anda sosyolojiyi kültürel çalışmalar alanına yerleşmeye zorlayan anlayış onu parçalıyor. Sosyal bilimlerdeki merkezi yerini bu iki sebeple kaybeden sosyoloji, yine Giddens’ın deyimiyle, keskin kenarını kaybediyor. Büyük meselelerle değil ama ağırlıklı olarak belirli gruplarla veya spesifik olgularla ilgilenmek eğer sosyolojinin sonunu işaret etmiyorsa bile onun özünün bozulduğunu kesinlikle işaret ediyor. Bu bozulmayla eşzamanlı olarak popülerleşmesi, sosyolojinin sadece kendine çekidüzen vermesi gerektiğini değil ama “korunmaya” ihtiyaç duyduğunu da gösteriyor.
[1] Giddens, Anthony (2011) Sosyolojinin Savunusu, Say Yayınları (Orijinal tarihi: 1996).
Comments