top of page
Ara
Yazarın fotoğrafıProf. Dr. İbrahim Kaya

Yüzüncü Yılında Cumhuriyet: Bir Mucize mi yoksa Hayal Kırıklığı mı?


Türkiye Cumhuriyeti yüz yaşında! Cumhuriyet Devrimi bir mucize miydi yoksa bugünkü ahval ve şerait ondan bir hayal kırıklığı olarak bahsetmemizi mi gerektiriyor? Nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu toplumlarda modernleşmenin gerçekleşmesinin bir hayalden ibaret olduğuna hükmeden anlayış, konu Türkiye’ye geldiğinde onu İslam dünyası içinde bir istisna olarak görmeyi tercih etti. Ernest Gellner’in veya Bernard Lewis’in konuya yaklaşımları, sözü edilen anlayışı net biçimde ortaya koymaktadır. Gellner, Müslüman toplumda sekülerleşmenin gerçekleşmesi olasılığına ilişkin olarak, “olanaksız” ifadesini kullanıyor ama Türkiye’ye istisnai ve dolayısıyla genelleştirilmesi mümkün olmayan örnek olarak bakıyordu. Lewis de nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bütün ülkelerin hukuk sistemlerinde veya anayasalarında bir şekilde Şeriata atıfta bulunulduğundan; bu hususta tek istisnayı laik Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşturduğundan söz ediyordu.


Modern Türkiye (!)


Yakın geçmişe ve özellikle günümüze baktığımızda, bu yaklaşımın önemli ölçüde geçerli olduğundan söz edilebilir. Cumhuriyet modernleşmesi, laik-ulusal bir siyasayı inşa etmede ve kurumsallaştırmada önemli bir noktaya kadar başarılı olmuştur diyebiliriz. Coğrafi ve kültürel olarak değerlendirdiğimizde, bu başarı aşikâr biçimde kendisini göstermektedir. Modern dünyanın temellerinden olan laik anayasaya tabi ulus-devletin işlediği “Müslüman toplumdan” bahsetmek, ancak Türkiye söz konusu olduğunda mümkün görünmektedir. Ayrıca modernliği oluşturan kentleşme, okullaşma, kadın istihdam oranı, ortalama yaşam süresinin uzaması gibi ölçütler açısından da Türkiye modern bir ülkeyi andırmaktadır. Örneğin, TÜİK verilerine göre, il ve ilçe merkezlerinde yaşayan nüfus oranı toplam nüfusun %93,4’ünü oluşturmaktadır. Üniversite mezunlarının nüfusa oranı da %17,6 olarak ölçülmüştür. “İslam-modernlik karşıtlığının” aşıldığı yegâne bağlam olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne işaret etmek, dolayısıyla, yanlış görünmemektedir. Demek ki toplumsal-siyasal modernleşme bağlamında, Türkiye Cumhuriyeti projesi önemli ölçüde başarılı bir deneyime imza atmıştır demek abartı olmayacaktır.


Ekonomik modernleşme bağlamında da Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli sayılacak aşamalar katettiği pekâlâ söylenebilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyanın modern ülkeleri arasında yer aldığına dair belirli işaretlerin varlığı aşikâr. Örneğin, çalışan nüfusa baktığımızda; çalışanların önemli bir bölümünün modernleşme ölçütlerinden birini oluşturan sanayi sektöründe istihdam edilmiş olması, bu durumu açıkça göstermektedir. TÜİK verilerine göre, sanayi, ticaret ve hizmet sektörlerinde çalışanların sayısı 15 milyonu aşmaktadır. Savunma sanayiindeki ilerlemeler, otomotiv ve enerji sektörlerindeki atılımlar da elbette ekonomik modernleşme açısından önemli adımların atıldığına işaret etmektedir.


Kültürel modernleşme bağlamında da Türkiye Cumhuriyeti’nin bazı önemli adımları başarıyla attığını söylememiz mümkündür. Eğitim reformlarının meyvesi olarak bir bakıma ulusal-seküler bir kültür sahasının geliştiğinden söz etmek için yeterli sayıda işaret bulunmaktadır. Sanat ve bilim sahalarının belirli oranda özerkleşmiş olması bu işaretlerin başında yer almaktadır. Kurumsal dinin yönlendirmesinden, sınırlamasından bir bakıma özgürleşmiş bilim ve sanat sahalarının işlediğini söyleyebiliriz. Bilimsel gelişmede önemli mesafeyi kateden Türkiye Cumhuriyeti sanat sahasında da önemli bir aşamaya gelmiştir. Sorunların çözümünde hangi bilgi türünün işe koşulması gerektiği hususunda bilimsel bilgi lehine önemli gelişmelerin yaşandığı kültürel sahada geçmişe oranla insanlar dünyanın şeytanlar, ruhlar, cinler tarafından yönlendirildiğine daha az inanmaktadır. Kadın-erkek ilişkilerinde dinsel, geleneksel belirleyicilerin yerinin zayıfladığı ve önemli ölçüde eşitliğe ve özgürlüğe dayanan pratiklerin yaygınlaştığı söylenebilir.


Hayal Kırıklıkları (!)


Ancak, yukarıda sözünü ettiğimiz sahalarda içinde yer almak istediği modern dünyadaki ülkelerle kıyaslandığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin ciddi eksikliklere ve sorunlara sahip olduğu da aşikâr. Siyasal modernleşmesi açısından henüz tam anlamıyla halkın çıkarlarını ve taleplerini esas alan bir demokratik modelin işlerlik kazanmadığı somut. Siyaset, bir noktaya kadar, karşı çıkar gruplarının güç elde etme mücadelesi olarak elbette görülebilir. Ancak, modern siyasetin ana işlevinin toplumsal uzlaşı sağlamak olduğu gerçeğine geldiğimizde, bizdeki kutuplaşmanın ve kamplaşmaların boyutu korkutucu görünmektedir. Her şeyden önce hâlâ cumhuriyet tartışmasının varlığı, “laik-ulusal cumhuriyet” üzerinde ekseri bir uzlaşının yokluğunu göstermesi bakımından önemli bir soruna işaret etmektedir. Her ne kadar cumhuriyet farklılıkları başarıyla bünyesinde barındıran bir toplumsal-siyasal yapıyı işaret etse de belirli temellerde toplumun ve siyasal aktörlerin uzlaşısını gerektirmektedir. Örneğin, Alman veyahut Fransız Cumhuriyeti’nin temelleriyle kavgalı ve dolayısıyla onu tersyüz etmeyi hedefleyenler topumda herhangi bir ağırlıklı yere sahip değildir. Bizde ise hâlâ Cumhuriyet Devrimi ile ilgili ve Cumhuriyetin kurumsallaşma sürecine dair şiddetli bir kutuplaşma hüküm sürmektedir.


Cumhuriyet felsefesi insanların hukuk önünde ve hukuktan önce eşit olmalarını salık verdiği halde, bugün bu hedefi gerçekleştirdiğimizi söylememiz mümkün görünmemektedir. Güç ve otoritenin hukuka öncelikli değil, hukuka tabi olmak zorunluluğunun tam anlamıyla işlemediği ülkelerin cumhuriyetin temel felsefesini pratik hayata geçiremediklerini söylemek gerekir. Herkes için geçerli olması beklenen ödüllendirme ve yaptırım prensiplerinin belirli üyeliklere ve güç merkezlerine yakınlığa/uzaklığa göre şekilleniyor oluşu, ne yazık ki ortaçağcıl bir gerileme yaşadığımızı düşündürtmektedir. Bazı açılardan ve önemli bir noktaya kadar nitelikten ziyade niceliğin ve liyakatten ziyade sadakatin ön planda olduğu bir siyasal yapılanmanın aynı zamanda bütün toplumun dengelerini bozduğunu söylememiz gerekir.


Ekonomik olarak içinde yer almayı hedeflediğimiz modern dünyadaki ülkelerle kıyasladığımızda, Türkiye Cumhuriyeti’nin ciddi sorunlara sahip olduğu aşikâr. İçinde yer almayı hedeflediğimiz “modern dünyada” en yüksek enflasyon oranına sahip ve asgari ücretle çalışanların en kalabalık olduğu ülkeyiz. Modern dünya ülkeleri içinde gelir dağılımı eşitsizliğinin ve yoksulluk ve işsizlik oranlarının en yüksek olduğu ülkeyiz. Demek ki; modernleşen her alelade ülke gibi olduğumuzu ve istisnai herhangi bir özelliğe sahip olmadığımızı iddia eden anlayışların geçersizliği aşikâr. Modern dünyanın ekonomik modeli olarak tarihsel anlamda kendisini ispatladığını kabul etmemiz gereken kapitalizmin üyesi olmayı hedeflediğimiz modern dünyadaki ülkelerdeki işleyişinden çok farklı bir işleyişinin ülkemizde hüküm sürdüğü net. Örneğin, bizdeki piyasa, sürekli biçimde devlet yöneticilerinin açıklamalarına bağlı olarak dalgalı bir işleyişe sahip olduğundan, yabancı yatırımcının güven duymada ikirciklik yaşadığı bir piyasadır.


Kültürel olarak ne yazık ki bölünmüş toplumlardan biri olduğumuzu söylemek zorundayız. Sekülerleşmenin ve uluslaşmanın modernleşme sürecinde arzu edilen sonuçlarını vermemiş olması, “ulus-millet” ve “dinsel-seküler” ikiliklerinin sürekli gerilim üretmesinin arkasında yatan ana neden olarak görünüyor. Her ne kadar toplumumuzda bilimsel bilginin sorun çözmedeki anahtar olarak ana hatlarıyla kabul gördüğü ilk bakışta düşünülebilecek olsa da henüz bilimsel bilgiye ve bilirkişiliğe yeterli sayılabilecek bir sadakatin gelişmediği aşikâr görünmektedir. Örneğin, Kahramanmaraş merkezli depremlerde 50 binin üzerinde can kaybını ve büyük bir ekonomik yıkımı yaşamamızın arkasında yatan en temel nedenlerden biri, bina inşasında ve genel olarak kentleşmede bilime ve bilirkişiliğe bağlılığın henüz yerleşmemiş olmasıdır. Kültürel modernleşmenin temellerini oluşturan sekülerleşmenin ve Aydınlanmanın henüz başarılmadığı bir toplum olduğumuzu tartışmak, dolayısıyla, mümkün görünmektedir.


Sapmalar (!)


Özetlemek gerekirse; hâlâ bir mucizeyi andıran cumhuriyet modernleşmesi, diğer taraftan günümüzdeki görünümü itibariyle bir hayal kırıklığını andırıyor. Bu durumu nasıl anlamalıyız? Türkiye’nin modernleşme sürecini henüz tamamlamamış olduğuna işarette bulunan bir çözümlemeyle bu durumu anlayabileceğimizi düşünüyorum. Klasik modernleşme sürecininmeyvelerinin henüz alınmamış olmasına rağmen, iç ve dış dinamiklerin ve aktörlerin etkisiyle ve

yönlendirmesiyle yaşanan “sapmaların” bugün arzu edilenden uzak bir sonuç verdiği aşikâr görünüyor. Sınıfta kalmış bir deneyimden ziyade tamamlanmamış bir deneyim olarak bakmamız gereken cumhuriyet modernleşmesinden ana sapmaları betimleyerek yazıyı sonlandıralım. Ekonomik olarak, “demokratik kapitalizm” kurma hedefinin önce 1950’lerde ve sonra 1970’lerin sonunda yaşanan sapmaların neticesinde başarılamadığı aşikâr. Her iki sapmada da hem iç hem de dış dinamiklerin ve aktörlerin faal olduğu tartışmasız. Kuralları olan, toplum yararına sınırlarının belirlendiği ve işleyişinin denetlendiği kapitalizm anlayışından kuralsız, sınırlarını her arzu ettiğinde aşan ve denetlenmeyen kapitalizme hızla savruluş, cumhuriyet modernleşmesinin idealinin çürümesindeki ana nedenlerden birini oluşturuyor.


Kültürel ve siyasal modernleşme süreçlerini ikincil kılan ve piyasanın lehine işleyişi önceleyen anlayışın uzun zamandır hakimiyet kurmuş olması, sosyal adaletten, kişi başına düşen ulusal gelirin yükselişinden bahsetmemizi engellediği gibi, Aydınlanmanın ve sekülerleşmenin hedeflerine ulaşmasının önünde de bir set oluşturdu. Zaman zaman siyasetin ekonomikleşmesi, zaman zaman da ekonominin siyasileşmesi şeklindeki anomalinin yaşanması neredeyse olağan hale gelirken, süreç açıkça modernliği olmayan bir kapitalizmi devreye sokarak kültürel ve siyasal modernleşme süreçlerinin tersyüz edilmesinde etkili oldu. Sekülerleşmeyi ve Aydınlanmayı öncelikli hedefleri arasına koyan cumhuriyet modernleşmesi hali hazırda 1940’ların sonunda iç ve dış dinamiklerin ve aktörlerin yönlendirmesiyle bir sapma yaşamıştı. Eğitim politikalarında yaşanan “gerileme” bu sapmayı en açık biçimde gösterdi; Köy Enstitülerinin kapatılmasına giden sürecin başlangıcı 1940’ların ikinci yarısına işaret etmektedir.


İkinci önemli sapma ise 1980’lerin başından itibaren Aydınlanmaya mesafeli hatta zaman zaman karşı bir eğitim politikasının devreye sokulmasıdır. Burada da iç dinamikler kadar dış dinamiklerin etkili olduğu açıktır. Modern dünyanın orijinal ya da merkez ülkelerinin bir süreliğine kurabildiği “demokratik kapitalizmin” 1980’lerden itibaren yıkılması, önemli ölçüde, ulusal kurumlara gömülü kapitalizmin küreselleşme aracılığıyla bu durumdan ve dolayısıyla halkın taleplerine yanıt verme yükümlülüğünden kurtulmasıyla gerçekleşti. Bizim gibi “geç modernlik” ülkelerinin ekonomik sahasından çok kültürel ve siyasal sahalarını etkileyen bu değişim, “daha iyi toplum” anlayışının yıkıldığı “yaygarasıyla” geç modernliklerde Aydınlanmaya mesafeli hatta karşı yaklaşımları ön plana çıkardı. Henüz klasik modernleşme süreçlerini tamamlamamış olan bu toplumların akademisinde, entelektüel dünyasında modernliğin bir meta-anlatıdan ibaret olduğu “safsatası” kendisine geniş bir yer buldu. Bizzat içinde üretildikleri merkez modernlikleri değil ama geç modernlikleri derinden etkileyen modernliğin-sonu, tarihin-sonu gibi söylemler, modern-dışılaşmanın hız kazanmasında etkili oldu.


Modern-dışılaşma sürecinin temelleri arasında merkezi yere sahip olan Aydınlanma “davasından” vazgeçiş şeklindeki sapma, uluslaşmadan vazgeçen sapmayı da hızlandırdı. “Ulus-millet gerilimini” aşma yönündeki çabanın boş bir çaba olduğu hükmünü veren bu sapma, uluslaşmayı tersyüz ederek “milletleşme” yönündeki sürece hız kazandırdı. Yurt sevgisi, yurttaşlık bilinci gibi modern toplumun temellerini oluşturan özelliklerden ziyade, dinsel temelli millet inşasına yani cumhuriyet öncesi topluluk anlayışının diriltilmesine yönelen sapma, ulusçuluğun karşısına dinsel milliyetçiliği koydu. Süreç hızlı ve radikal biçimde (seküler)ulusçuların bazı merkezi kurumlardaki önemli sayılabilecek konumlardan tasfiyesiyle bir ara sonuca ulaştı ama nihai sonuca yönelik adımların atılmaya devam edildiğini gözlemliyoruz. Bu süreç toplumun gerilimler üreten kutuplaşmasını sağlamlaştırırken aynı zamanda dış politikaya dair derin bir toplumsal bölünmeyi de körükledi. Örneğin, İsrail’in Filistin Halkına karşı saldırganlığı, faşizmi hatta soykırımcı tabir edilebilecek uygulamaları ile ilgili olarak (seküler)ulusçuların tepkileri ile (dinsel)milliyetçilerin tepkileri arasındaki uçurum bu durumu

somutlaştırmaktadır. Her iki grubun İsrail’in uyguladığı şiddet politikasına karşı olduğundan elbette şüphe edilmemelidir. Ancak, meselenin Türkiye ile ilgisi konusunda iki grubun birbirine karşıt anlayışlara sahip oldukları da nettir. (Dinsel)milliyetçiler Filistin’e millet-ümmet penceresinden bakarak bölgeyi bir parçamız olarak görmekte, bu sebeple Türkiye’nin aktif olarak sürece eklemlenmesini desteklemektedirler. (Seküler)ulusçular ise; İsrail’in şiddet politikalarının karşısınd uluslararası caydırıcı güç oluşturulması gerektiğini ve Türkiye’nin ulusal çıkarları gereği meseleye aktif müdahalesinin bir tür intihar olacağını, yurt sevgisinin öncelikle savaştan uzak kalmayı gerektirdiğini dillendirmektedirler. Görüldüğü üzere millet-ulus gerilimi hayattadır ve modernleşmenin gerektirdiği uluslaşma süreci tamamlanmamıştır.


Her ne kadar sekülerleşmenin içinde yaşadığımız teknoloji çağında yaygınlaştığını tartışanlar var olsa da toplumsal-siyasal işleyişte iddia edilen yaygınlaşmanın nasıl bir etkiye sahip olduğu muammadır. Bizim deneyimimizde bireysel olarak özellikle genç kuşaklarda sayısız örnek üzerinde durulmak istenebilir. Ancak, istihdamda, kamu işlerinin yürütülmesinde, bilimsel bilgiye bağlılıkta, liyakatin işlemesinde ve kamusal sahanın biçimlenmesinde sekülerleşmeden ziyade bir tür de-sekülerleşmenin yaşandığı ortadadır. Sekülerleşme sürecinin tekno-ekonomik ilerlemeler yaşandıkça tersyüz edilmesinin olanaksız olduğuna hükmeden “determinist” anlayışların sekülerleşmeye özellikle ve çoğunlukla dinsel inançta yaşanılan “bozulma” ya da “eksilme” şeklindeki sınırlı bakışları, olguyu anlamalarında sorun yaşamalarına neden olmaktadır. Örneğin, birtakım dini semboller kullanan bazı genç kızların erkek arkadaşlarıyla sokakta el ele tutuşması, kuytu bir köşede öpüşmesi bazılarınca sekülerleşmenin yaygınlaştığına işaret olarak okunsa da sekülerleşme hem bireyleşmeyi dolayısıyla özgürleşmeyi hem de Taylor’ın ifade ettiği üzere yurttaşlardan kurulu yurtsever toplumun sahneye çıkmasını işaret eder. Bireyleşmenin ve yurttaşlık sorumluluğunun gittikçe gerilediği bağlamda sekülerleşmenin yükselişini değil gerilediğini konuşabiliriz. Örneğin, her ilde hatta ilçede istihdam edilmenin ya da terfi almanın önemli yollarından biri dinsel bir cemaate veya tarikata üye olmaktan geçiyorsa, sekülerleşmenin hız kazandığı bir toplumsal-siyasal işleyişten söz etmek ancak bir zorlama olur.


Dinsel yapılanmalara uymanın, liderlerine sadakatle bağlı olmanın, insanların gündelik eylemlerinde ağırlıklı yer tutması onların yeterince “dünyevi” pratiklere de sahip oldukları iddiasıyla geçiştirilemez. Üstelik, Charles Taylor’ın çözümlediği gibi, sekülerleşme, Tanrı’ya sorunsuzca inanılan bir toplumdan bu inancın çeşitli seçeneklerden biri olduğu hatta zor bir seçenek olduğu topluma geçmek demektir. Bu anlamda bir toplumda yaşadığımızı iddia etmek kuşkusuz zorlama olacaktır. Kamusal sahada ise laiklik ilkesini aşındıran uygulamaların hız kazandığını görmemek daha ciddi bir zorlama olur. Elbettelaiklik öncelikle devlet ile yurttaşlar arasındaki bağın dinsel olmayan laik hukukun işlemesiyle kurulmasına dayanmaktadır ama bununla sınırlı değildir. Aynı zamanda kamusal sahanın kendine içkin rasyonalitesinin işlemesine doğrudan dayanmaktadır. Bu rasyonalitenin dışındaki ögelere atıfla herhangi bir işleyişin meşrulaştırılması laiklik ilkesine aykırıdır. Örneğin, kamu kurumlarının lokallerindeki menüden alkollü içeceklerin çıkarılması ya da devlet okullarında mescitlerin artırılması devletin laikliğiyle ne oranda örtüştüğü/örtüşmediği sorularını/endişelerini yükseltmektedir.


Ulus-millet ve dinsel-seküler ikiliklerinin etkilerini son dönemde en açıkça gösterdiği sorun ise Türkiye Cumhuriyeti’nin milyonlarca sığınmacıya ev sahipliği yapması konusundaki toplumsal bölünmedir. Hiçbir ülkenin kültürel, siyasal ve demografik olarak kaldırmasının mümkün olmadığı devasa sığınmacı popülasyonunun bundan böyle (seküler)ulusçular ve (dinsel)milliyetçileri daha çok karşı karşıya getireceği aşikâr. Bu devasa sorunun üstesinden gelmek/gelememek ise Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın gelecekteki en önemli meselelerinden birisi olarak gündemde olacaktır.


Sonuç olarak; Türkiye Cumhuriyeti Yüzüncü Yılında her ne kadar bölgesinde ve İslam dünyasında bir istisnai başarı gibi dursa da temellerinden sapmaların yaşanması nedeniyle henüz tamamlanmamış bir modernleşme deneyimi olarak ciddi sorunlarla boğuşmaktadır. Tamamlanmamış projenin temellerine yeniden odaklanan, yurttaşlığı, yurt sevgisini ortak değer kılmayı hedefleyen ve “demokratik kapitalizmi” inşa etmeye yönelen “Yeniden Cumhuriyet” programına ihtiyaç duyulduğu aşikâr. Tüm hayal kırıklıklarına rağmen bu coğrafyada ve kültürde bir yıldız gibi parlama çabasındaki Cumhuriyetin Yüzüncü Yılı Kutlu olsun.

Comments


bottom of page